Türkü Hayatı

Turku Hikayeleri

Türküler ve Hikayeleri 10 tane

Sarı Gelin türküsü hikayesi

Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu Erzurum coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman´dır. .
Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ırmağı boyunda yaşayan Hıristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Erzurumlu bir delikanlı sarışın Kıpçak beyinin kızına âşık olur ve Erzurumlu delikanlı ile sarışın Kıpçak kızının arasında Erzurum ve yöresinde yaşamaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böyle bir şey yoktur. Sarı gelin türküsünde Ermenice kelime yoktur.
Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlıyı ailesi kız ile evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza deli gibi âşık olur ve aşkını şiirle mırıldanarak söyler. Kız bey kızıdır zaten bey de kızını vermez bu delikanlıya.
Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmağa karar verir ve kaçırır. Kıpçak beyinin adamları iki kaçağın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulurlar ve oğlanı öldürürler. O günden beri halkımız arasında bu hikâye dilden dile dolaşır.

Türkü Dadaş türküsüdür ve Rahmetli Faruk KALELİ hocamız türküyü derleyerek bugünkü hale getirmiştir.

Kara Tren türküsünün hikayesi

Yıl 1915, Osmanlı birçok cephede savaştığı her türden levazımın gerekli olduğu gibi her şeyden önce de savaşacak asker lazımdı. Büyük kayıpların verildiği, gidenlerin geri dönmediği çoğunun akibeti bilinemediği günler.. İnsanımız istasyonlarda sabahlıyor.. Ümitle beklenen kara trenler kara haber getiriyor çoğu zaman.
Anaların, bacıların, eşlerin, gözleri ağlamaktan fersiz düşmüş çaresiz bekleyişi… Bekledikleri bir defa ölmüş ama o her kara tren gelişinde bir defa daha ölen kadınlarımız. Yorgun, bitkin ve başı eğik kara tren acı bir çığlık atarak uzaklaşıyor. İnadına yaşatılmaya çalışılan ümitleri, o korkunç bekleyişleri bir ağıta dönüşüyor;
Kara tren gecikir belki hiç gelmez…
Dağlarda salınır da derdimi bilmez
Dumanım savurur halim hiç görmez
Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez..

Karamanın Koyunu Sonra cıkar Oyunu hikayesi

Karaman kalesi Osmanlı ordusu tarafından sarıldığı zaman kale içindeki halk canını ve malını kurtarmak endişesine düşer.

Bu arada bir sürü sahibi de sürüsünü kurtarmak hazırlığı içindedir. Sürünün Karaman kalesi’nin dışına açılan karanlık dehlizde yolunu bulabilmesi için keçilerin boynuzlarına yanan meşaleler takar ve bu suretle dışarıya çıkarlar.

Kaleyi sarmış bulunan Osmanlı askerleri arka tarafta ellerinde meşaleler bulunan bir ordunun kendilerine saldırmak üzere bulunduğunu sanarak kuşatmayı kaldırıp ağırlıklarını bırakarak kaçarlar. Bunun bir sürü olduğunu iş işten geçlikten sonra anlarlar ve bu lafı çıkarırlar.

Cemalim Türküsü   Hikayesi

Türkü, öldürülen Cemal’e, karısı Şerife tarafından yakılmıştır. Şerife, 90 yıldan fazla yaşamış, 30 Kasım 1993 günü vefat etmiştir. 14-15 yaşlarında Cemal’le evlenmiş, mutlu geçen birkaç yılı Cemal’in öldürülmesiyle sona ermiş, bu hadiseden sonra bir oğlu ile ortada kalmıştır. Bu hadisenin oluş şekli ve ona yakılan ağıtı/türküyü bana, Şerife’nin daha sonra evlendiği Hayrullah’tan olan oğlu İsmet Aksoy göndermiştir. Cemal’in öldürülme hadisesi ve türkünün tam metni şöyledir:

Ürgüp‘ün Karlık köyünün eşrafından ve varlıklı bir ailesinden olan Cemal, kalleşlikle öldürülür. Herkesçe sevip sayılan Cemal’in ölümüne yanmayan kalmaz. Eşi Şerife acılarını yaktığı ağıtla hafifletmeye çalışır. Yetim kalan oğlu Mustafa da, birkaç yıl sonra hasat zamanı bir atın tepmesi sonucu ölmüştür.

Ağıt, Şerife’nin ikinci kocası Hayrullah’ın sonraki yıllar Refik Başaran’a “Herkese bir türkü okudun ama, bana okumadın.” diye sitem etmesi üzerine Cemal türküsünü plağa okur. Cemal Hayrullah’ın aynı zamanda amcasıdır. Onun öldürülüşü Şerife kadar Hayrullah’ı da etkiler. Şerife’nin türkünün her çalınışında gözünden iplik iplik yaşlar akıtmasını, Cemal’i bir türlü unutamamasını daima anlayışla karşılamıştır.

HEKİMOĞLU TÜRKÜSÜ

Ordu dolaylarında yaşayan Hekimoğlu, yoksul bir ailenin çocuğudur. Üstelik yoksul bir anneden başka hiç kimsesi yok. Çevresinde dürüstlüğü, akıllılığı ve yiğitliğiyle tanınan bir gençtir.

Yörede egemenlik kurmuş bir Gürcü Beyi vardır. Bu Gürcü Beyi, Ayşa adında güzel ve narin bir kızla sözlüdür. Ne ki, bu kız Gürcü Beyini sevmemekte, Hekimoğlu’na bağlanmıştır. Bu, dostlukla, arkadaşlıkla karışık bir sevgidir. Üstelik Hekimoğlu’yla görüşmeye başlamıştır.

İşte Bey, iki gencin ilişkisinin bu noktaya vardığını duyar duymaz Hekimoğlu’na düşman olur ve ona savaş açar. Hekimoğlu’yla teke tek görüşüp, hesaplaşmayı önerir; bir de yer belirtir. Hekimoğlu, gözüpek, mert bir gençtir. Aynalı mavzerini kuşanıp, tek başına buluşma; yerine gider. Gitmeye gider ama, Bey sözünde durmamış adamlarıyla gelmiştir. Üstelik adamlarından biri, buluşma yerine varır varmaz, sabırsızlanıp Hekimoğlu’nu yaylım ateşine tutar. Ötekiler de çevresini sararlar. Hekimoğlu’yla Beyin adamları arasında yaman bir çatışma olur. Hekimoğlu, çatışma sonunda çemberi yararak kurtulur. Olaydan hemen sonra, Bolu da tek başına yaşayan anasının yanına gider. Anasına durumu anlatır ve artık şehir yerinde duramayacağını bildirir. Anasıyla helallaşıp, yanına Mehmet adlı iki amca oğlunu alarak dağa çıkar. Çıkış bu çıkış ve ölünceye kadar Hekimoğlu artık dağdadır.

Hekimoğlu’nun dağa çıkış nedenini ve biçimini bilen, duyan yöre köylüleri kendisine kucak açarlar. Onun mertliği, yiğitliği ve doğru sözlülüğü köylüleri daha da etkiler ve her açıdan kendisine yardım ederler. Özellikle yoksul köylülerle dostluk kurar, zenginlerden aldıklarıyla onlara yardım eder.

Hekimoğlu, artık Gürcü Beyinin korkulu düşü olmuştur. Bu yüzden Bey,
kendisini sürekli jandarmaya şikayet eder ve kesintisiz izletir. Hekimoğlu’nu ihbar etmeleri için çeşitli yörelerde adamlar tutar. Fakat halk koruduğu için, Hekimoğlu’nu bir türlü ele geçiremezler.

Hatta bir defasında, Beyin adamlarından birinin ihbarı üzerine Hekimoğlu’nun kaldığı evi jandarmalar basıyorlar. Bütün çevre kuşatılmıştır. Evin altında bir fırın vardır. Hekimoğlu fırıncının yardımıyla fırının ekmek pişirilen yerini arkadan delip kaçmayı başarır.

Hekimoğlu, kaçmaya kaçıyor ama, Beyin, iki amca oğlunu öldürttüğünü haber alıyor ve doğru Çiftlice köyüne iniyor. Gittiği ev muhtarın evidir. Bu Muhtar, Hekimoğlu’ndan yana görünüyor, oysa gerçekte Beyin adamıdır ve onunla

işbirliği içindedir. Nitekim adamlarından biri aracılığıyla ihbarda bulunur ve Hekimoğlu jandarmalarca sarılır. Hekimoğlu, Muhtarın <<puştluğu>> yüzünden kıstırılmıştır. Büyük bir çatışma çıkar taraflar arasında. Adeta namlular kurşun kusmaktadır. Özetle <<yaman cenk>> olur orada.

Olayın sonucuna ilişkin iki söylenti var halk arasında :
1-Hekimoğlu, çatışma sırasında. çemberi yarıyorsa da, aldığı yaralar yüzünden fazla uzaklaşamadan ölüyor.

2 -Atına atlıyor, elini karın bölgesinden aldığı yaralara basarak Ordu’ya
kadar geliyor ve burada ölüyor.

Hekimoğlu, tipik bir <<erdemli başkaldırıcı>> örneğidir. Haklı bir nedenle dağa çıkıyor. Mertliği, yiğitliği ve iyilikseverliğiyle halk arasında büyük ün yapıyor. Yoksulların dostu, onları ezen varsılların düşmanıdır.

Hekimoğlu denince, hemen akla gelen bir özelliği de <<aynalı martini>> dir. Hekimoğlu Türküsü’nde geçen ve kendisinin adıyla özdeşleşen <<aynalı martin>> in özelliği şudur. Hekimoğlu, özel olarak yaptırdığı mavzerinin üstüne bir ayna taktırıyor. Çatışmaya girdiğinde, bu aynayı: düşmanının gözüne tutarak, gözünün kamaşmasına, dolayısıyla hedefini şaşırmasına yol açıyor.
Bu yüzden Hekimoğlu’nun, adı, Hekimoğlu’nun adı <<aynalı martin>>le özdeşleşmiştir.

İslamoğlu Türküsü

Bundan 200 yıl kadar önce uşak yöremizde İslam oğlu adında biri yaşarmış .

İslam Oğlu köyünde, yufka yürekli tanınan iyilik sever kimseyi incitmeyen bir insanmış.

Cana kıyacağı kimsenin aklından bile geçmeyen İslam Oğlu bir gün kahvede otururken ufak bir münakaşa sonunda arkadaşını öldürüyor. Ve dağa çıkıyor.

İslam Oğlu nun peşine bir çok zaptiye salınıyor fakat aylarca ele geçmiyor.

Bir gün köyün yakınlarında ulu bir çınar ağacının altında otururken köylüler İslam oğlu nu görüyorlar. Hemen zaptiye ye haber salınıyor. İslam oğlu aptestini almış tam namaza durduğu sırada zaptiyeler kendisine ateş açıyorlar. İri gövdeli İslam oğlu ulu çınar ağacına yaslanıp öylece kalıyor.

Yere yığılmayan İslam oğlunu ölmedi zanneden köylüler 4 gün yakınına varamıyorlar. 4 gün sonra ceset yere yıkılıyor.

İslam oğluna yakılan bu türkü bugün hala uşak yöresinde düğünlerde söylenir.

Ellerde kaşıklar çalınarak, kıvrak zeybek olarak oynanır.

 

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Eski zamanlarda Malkara’da 15 yaşlarında Zeynep isimli güzel bir kız vardır. Bir gün köyde Ağa’nı bir düğünü olur. Düğünde eğlenceler ve at yarışları yapılır. At yarışlarına uzaklardan gelen Ali adında bir genç te katılır. Ali gönlünü düğünde gördüğü Zeynep’e kaptırır. Köyüne dönünce babasına Zeynep’i istetir. Ali’nin Köy’ü uzak olduğundan Zeynep’in ailesinin pek gönlü olmaz ama gönüllü gönülsüz verirler. Düğün yapılır, Zeynep Aili’ni köyü’ne gelin gider. Ancak ailesinden ayrı olmaya alışık olmayan Zeynep tam yedi yıl ailesini göremez. İçindeki hasret büyüdükçe türküler yakmaya başlar, düğünlerde söyler. Zeynep’in kocası Ali’de bu duruma aldırış etmez, yeri geldilçe Zeynep’i döver, O’nu hor görür. Zeynep üzüntüsünden hastalanıp yataklara düşer. Çevredekiler en sonunda dayanamayıp Zeynep’in anasını, babasını çağırırlar. Annesi bası geldiğinde Zeynep onlara bu türküyü mırıldanır ve bir daha da iyileşemez. Bu duruma çok üzülen çevresindeki halk bu türküyü dilden dile günümüze kadar aktarmıştır.

Çanakkale İçinde – Kastamonu yöresi

Çanakkale, I. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti’nin savaştığı cephelerden sadece bir tanesiydi. Ancak Çanakkale Savaşı’nın taşıdığı önem bunun çok ötesindedir.
Çanakkale Savaşı, tarihi bir dönüm noktası, Dünya tarihini etkileyen önemli gelişmelerden birisidir. Bütün olumsuz şartlara rağmen burada kazanılan zafer, bir savunma savaşının kapsamını aşan, sadece savunulan bölge ve ülke itibariyle değil, dünya dengelerini sarsan ve değiştiren bir çerçeveye ulaşmıştır.
Bu zaferin belkide bizim için en önemli yanı, Milli Mücadele ruhunun ilk meşalelerinin burada yakılmış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk temel taşlarını atan Türk Milleti’ne Mustafa Kemal Atatürk’ü kazandırmış olmasıdır.
Bunun yanı sıra Çanakkale zaferi, hastalanmış, hatta ölmüş gözü ile bakılan Türk Milleti’ne şan, şeref ve güven kazandırmış, özbenliğini yeniden kazanmasına yardımcı olmuştur. Ayrıca, Türk Milleti’nin askerlik kabiliyetini, fedakârlık ruhunu, vatan ve millet sevgisini, manevi gücünü bir defa daha dünyaya göstermiştir.
Bu türkü de Çanakkale savaşlarında şehit olan askerlerimiz için yakılmıştır.

Bitlis Türküsü

Bu Türkü aslında bir ağıtdır, Rus işgalin’den sonra Bitlis’de her yer harabeye döner. Savaş sırasın’da kaçan bir Baba oğul, düşmanın geri çekilmesin’den sonra Bitlise geri dönmeye karar verirler. Bir rivayete göre Dideban Dağına kadar ulaştık’dan sonra Babası oğlunu önden yollar ve Şehir’de halen yaşayanlar varmı diye bakmasını ister. Oğlu bir süre sonra geri döner ve uzak’dan babasına seslenir :” Baba beş minare’den başka hiç birşey kalmamış.”
Baba bunu duyduğun’da o kadar çok üzülür ki yere çöker ve ağıt yakmaya başlar: “Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel, Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel.

ÇARŞAMBAYI SEL ALDI türküsünün hikayesi

Samsun Yöresine ait
Ahmet, Abdal Deresi’nin kıyısındaki yoksul köylülerden birinin oğluydu. Kara sevdası karşılık bulmuş, Melek ona kalbini açmıştı. Nişanlandılar ve Ahmet askere gitti. Ağa oğlu Mehmet Ali, Melek’e göz koydu. Melek, Mehmet Ali’yi reddedince, ağa oğlu ve adamları tarafından dağa kaldırıldı. Kötü haberi alınca firar eden Ahmet, silahını alıp, yollara düştü. Gece gündüz Melek’i aradı. Bir gün yağmur yağdı, Yeşilırmak taştı. Çarşamba bir anda göle döndü. Sel, Canik Dağlan’ndan aşağı bir çığ gibi, önüne kattığı herşeyi sürükledi. Selin ardından hayat yeniden normale döndü. Abdal Deresi’nin Yeşilırmak’a döküldüğü yerde ahali toplandı. Derenin nehre bağlandığı yerdeki kayanın üstünde, selin getirdiği iki kişinin cesedi görüldü. Cesetler, Melek ve Ahmet’e aitti. Elele tutuşmuş Öylece yatıyorlardı. Rivayete göre büyük kaya parçası, yedi yerinden ayrıldı ve her birinden bir servi boyu su fışkırdı. Ahali dua etti. Dualar, yıllardır can alan, insanların acısını dile getiren dizelere dönüştü.’ Çarşamba’yı sel aldı’ türküsü de, o acı mırıltılardan doğdu. Kayanın bulunduğu yere daha sonra bir su değirmeni kuruldu ve o yöre ‘Değirmenbaşı’ olarak anıldı. Ahşap değirmenin yedi taşı vardı. Yedi oluğuna su veren set üzerinden yedi kez yürümek, sağ ve sol omuz üzerinden yedişer kez su atmak uğur sayıldı. Her Hıdırellez’de tekrarlanan gelenek, 1970′lerde değirmenin yıkılmasına kadar sürdü.

Ordunun dereleri türküsü hikayesi

Bir tarihte zengin bir genç maddi durumu onun ki kadar iyi olmayan bir genç kıza aşık olur. Tabi kızda bu gence aşık olur. Bunlar birbirlerine sevdalanırlar fakat kız ile oğlanı birbirlerine kavuşmalarını istemeyen insanlar vardır.

Kız artık o kadar sevda acısı çeker ki ve der ki ;

Ordu’nun dereleri
Aksa yukarı aksa
Vermem seni ellere
Ordu üstüme kalksa

Burda derenin ters akması doğal bir kanuna aykırı olacağından bu aykırılık olsa dahi senden vazgeçmiyeceğim ve tüm Ordu üstüme gelse yine seni seveceğim anlamı çıkmaktadır.

Tabi kız ile oğlanı ayırmak için oğlana kız hakkında yalan yanlış şeyler söylenmektedir,bu sebeble kız ;

Oy Mehmedim Memedim
Sana küstüm demedim
Beni sana geçmişler
Vallahi ben demedim.

Ordu şivesine göre geçmek sözcüğü şikayet etmek anlamına da gelir.

Aynalı Körük türküsünün hikayesi

Yozgat Türküsü

Sultan ile Ömer’in nişanı yapılır. Fakat herkese hava atmayı seven Sultan düğün için öyle şartlar koşar ki, Ömer bunların altından kalkabilmek için türlü planlar yapmak zorunda kalır.  Sultan, arkadaşı Felihan’a nispet yapmak için nişanlısı Ömer’den olmayacak şeyler istemeye başlar. Ömer yoksul olduğundan Sultan’ın isteklerini yerine getiremez ve durumu dedesine açar. Ömer ve dedesi Sultan’a istekleri konusunda yalan söylemeye karar verirler. Sultana isteklerini yerine getireceklerini söylerler ve düğün günü gelir çatar. Fakat düğün günü Sultan isteklerinin yerine gelmediğini görünce kıyameti koparır ve düğün alayı dağılır.

Urfalıyam Ezelden Türküsünün Hikayesi
Ömer çok yakışıklı, yiğit, iyi ata binen, kılıcının sahibi, çok iyi çöğür çalan ve hoyrat okuyan, halay çeken bir gençtir. Allah her kabiliyeti sanki özellikle ona vermiştir. Ömer’siz bir düğün, sıra gecesi düşünülemez. Ömer’in baş bağlaması da meşhurdur. Sırmalı puşu bağlar. Puşunun kenarlarındaki püsküller doğadaki çiçeklerin tüm renklerini sanki başında toplamıştır. Halay çekerken başındaki her gül bir yana düşer, yüzünde. Ömer hangi düğüne giderse gitsin, Halayın başına geçti mi silah sesleri ve genç kızların zılgıt sesleriyle yer gök inler. Ömer toplumu öylesine etkilemiştir ki;Ömer’i anlatan türküler yakılmıştır.

Plevne Marşı Hikayesi

Plevne Savunması, Ruslar’ın 1877 yılında Osmanlılara açtığı savaş sırasında, Türk ordusunun yaptığı askerlik tarihinin en büyük ve şanlı savunmasıdır. Aldığı emir üzerine Plevne’ye gelen komutan Osman Paşa Plevne’ye ulaştığı gün Ruslar tarafından yapılan bir taarruza karşı gelmiş ve ilk Plevne zaferini kazanmıştır. Bundan sonra askerlerini yeni bir savaşa hazırlayan, istihkâmlarını düzenleyen Osman Paşa, düşman kuvvetlerinin saldırılarını beklemiştir. Plevne şehrinin bütün yönlerinin düşman kuvvetleri ile çevrili bulunmasına rağmen Osman Paşa komutasındaki kuvvetler, güçlerinden hiç bir şey kaybetmeksizin, günlerce üstün düşman kuvvetlerine karşı koymaktan çekinmemişlerdir. Aradan aylar geçmesine rağmen, hiç bir yerden yardım gelmemiş olmasına rağmen Osman Paşa, savunmadan bir an şaşmamış, yapılan bütün teslim olma tekliflerini reddetmişti. Sonunda, ordunun yiyecek ve silâh yedeklerinin tükenmeğe başlaması karşısında, Plevne şehrinden bir saldırı ile çıkmak kararı verilmiş, her tarafı üstün düşman kuvvetleri ile çevrili Plevne’den süngü kuvveti ile çıkma planları hazırlanmıştır. Bu planlar gereğince başta Osman Paşa olduğu halde bütün askerler ve komutanlar, 10 aralık 1877 günü Vid suyunu geçerek üstün düşman kuvvetlerine saldırmışlardır. Çok kanlı bir şekilde ve süngü süngüye çok üstün düşman kuvvetlerine karşı yapılan bu çıkış hareketi sırasında pek çok Türk askeri şehit düşmüş ve Osman Paşa Ruslara esir düşmüştür.  Ruslar, oldukça cesur, zeki ve donanımlı bir komutan olan Osman Paşa’yı, büyük bir saygıyla ağırlamışlar, O’na asla esir muamelesi yapmamışlardır.

Bu anonim melodiyi Türkler’e kazandıran ise Osmanlı Sarayı’nın ilk bando ve orkestra şefi Mehmet Ali Bey, dir. Osman Paşa’nın bu kahramanca mücadelesinden etkilenmiş olan  Mehmet Ali Bey içerisinde hem azmin ve mücadelenin çoşkunluğunu hem de yenilginin hüznünü barındıran bu melodiyi Osman Paşa’ya atfederek adeta yeniden bestelemiştir.

Plevne marşı

Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne’den çıkmam diyor.

Düşman Tuna’yı atladı
Karakolları yokladı
Osman Paşa’nın kolunda
Beşbin top birden patladı.

Kılıcımı vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Şanı büyük Osman Paşa
Askerinle binler yaşa!

********

Yemen Türküsü Hikayesi

Osmanlı Devleti Yemen topraklarını ülkesine kattıktan sonra buradaki hükümranlığını sürdürmek ve kutsal toprakları elde tutma uğruna bir çok şehit verilmiştir. Müslüman toprağı olmasına karşın, Yemen İngilizlerle işbirliğine giderek Osmanlıya karşı savaş açmıştır. Beş cephe de birden çarpışan Osmanlı kuvvetleri Anadolu’dan asker sevki yapmaktadır. Çarpışmalar o kadar, şiddetli olmaktadır ki aileler Yemen’e cepheye giden evlatlarının artık geri dönmeyeceğini bilmektedirler. Bir çok aile cepheye gönderdikleri çocuklarından bir daha haber alamamışlardır. Hatta bazı askerler yıllar sonra savaş bitse de bu topraklardan geriye dönememişler, sağ kalabilenler orada yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Bu acıyla Yemen Türküsü o devirlerde halkın dilinden düşmemiş etkilerini ve izlerini günümüze kadar bu türküyle taşımıştır.

Zahidem Türküsü hikayesi

Halk arasında “Zahidem” adıyla ün yapan türkünün şairi Aşık Arap Mustafa, 1901 yılında Çiçekdağı’na bağlı Orta Hacı Ahmetli köyünde dünyaya gelmiştir. Babasını annesini çok küçük yaşlarda kaybetti. Daha sonra bir akrabasının yanında yetim ve öksüz büyüdü.

Arap Mustafa’nın babası düğünlerde, toplantılarda “Koca Oyunu” adı verilen oyunda “Arap” rölünü üstlenirdi. Bu nedenle Mustafa’ya da “Arap” lakabı takılmıştır. Kimsesiz kalan Arap Mustafa 10 yaşına gelince Yukarı Hacı Ahmetli köyünden Hacı Bürozadeler’den Mehmet’e çiftçi oldu. Zaman içinde çalışkan, babayiğit, giyimine özen gösteren yakışıklı bir delikanlı olan Arap Mustafa, Ağasının yeni yetişen Zahide’ye gönlünü kaptırdı. Fakir ve kimsesiz olduğundan bu sırrını bir türlü açığa vuramadı.

20’sinde askere giden Mustafa’nın aklı, deliler gibi sevdiği Zahide’de kalmıştı. Köydeki dostlarına mektuplar göndererek Zahide’den haber almaya çalışan Arap Mustafa, Zahide’nin başka biriyle evlendirildiğini ve düğünün’ün de bir hafta sonra olacağını duyunca üzüntüsünü  içli mısralara dökmüştür. Türküyü Neşet Ertaş plağa okuyup tanıtmıştır.

Bugün 5403 ziyaretçi (13023 klik) kişi burdaydı!
 
Copyright 2013 Siteadı ♦ Tüm Hakları Saklıdır ♦ TK-Mini V3

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol